
Neden psikoloji her şey için anneleri suçlar?
Psikoloji kuramlarının çoğunun, çocuğun ruhsal gelişiminde diğer bütün faktörleri göz ardı ederek, annenin ruhsal yapısı ve annelik tutumları üzerinden basit bir neden-sonuç ilişkisi içinde anneyi günah keçisi ilan eden hakkaniyetsiz bir yaklaşımı mı var?
Psikoloji kuramlarının anne çocuk ilişkisini, annenin çocuğun ruhsal gelişimindeki rolünü, kadının insani deneyimini de hesaba katan , daha gerçekçi, daha adil ve geniş açıdan bir açıdan bakan şekilde güncellenmesine ihtiyaç olabilir mi?
Bu zihin açıcı sorular, benim de aklımda sık sık dönüp dolaşırken; bir evlilik ve aile terapisti olan Rachel Haack’ın tümüyle değilse bile bir çok açıdan hemfikir olduğum şu ezber bozan sorusuyla karşılaştım: Neden psikoloji her şey için anneleri suçlar?
Şu ifadelerle devam ediyor Haack sosyal medya paylaşımında; Haack paylaşımında görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Anneleri suçlama olgusu, psikolojide uzun ve sorunlu bir geçmişe sahip ve bu durum TikTok ile başlamadı. Yüzyıllar boyunca anneler, çocuklarının karakteri, ahlakı ve ruh sağlığından sorumlu tutuldu. Aristo, bir annenin doğasının çocuğun ruhunu şekillendirdiğine inanıyordu. Dini öğretiler ise sık sık çocuğun erdemini (veya eksikliğini) annenin omuzlarına yükledi. 19. yüzyıla gelindiğinde, erken dönemlerde psikiyatri, bir çocuğun duygusal sorunlarını annenin “sinirli yapısı” veya ebeveynlik tarzıyla ilişkilendiriyordu. 1900’lerin başında psikanalizin sahneye çıkmasıyla, Freud’un teorileri anneyi nevrozun temel nedeni olarak sağlamlaştırdı: ya çok soğuk, ya çok boğucu, ya çok ilgisiz, ya da çok ilgili…
20. yüzyılın ortalarında bu düşünce çeşitli argümanlarla daha da pekişti:”Buzdolabı Anne” teorisi, otizmin duygusal olarak mesafeli annelerden kaynaklandığını iddia etti (Bruno Bettelheim, 1950’ler-60’lar). “Şizofrenojenik Anne” teorisi, şizofreniden annenin baskıcı ve reddedici tutumlarını sorumlu tuttu (Frieda Fromm-Reichmann). “Çifte Çıkmaz” teorileri, annelerin karmaşık mesajlarının psikozlara neden olduğunu öne sürdü.
Bu fikirlerin hiçbiri bilimsel olarak kanıtlanamadı. Ancak onlarca yıl süreyle bu alanda verilen eğitimleri, bilimsel araştırmaları ve kamuoyunu yönlendirdiler ve şekillendirdiler; sayısız anneyi belki de hak etmedikleri bir suçluluk duygusuyla baş başa bıraktılar.
Hatta, araştırmalara dayanan bağlanma teorisi bile popüler kültürde basitleştirilerek bir suçlama oyununa dönüştü. Şimdi aynı refleks çevrim içi ortamlarda da kendini gösteriyor: “toksik,” “duygusal olarak olgunlaşmamış,” “narsist anne” gibi etiketler, çoğu zaman bağlamdan veya doğru bir değerlendirmeden yoksun bir şekilde kullanılıyor.
Anneleri suçlamak, psikolojinin tembelliğidir. Karmaşık aile sistemlerini tek bir “kötü karaktere” indirger ve ruh sağlığını şekillendiren genetik, çevre, insan ilişkileri ve süregiden yaşam olayları gibi güçlü bir karışımı göz ardı eder.
Eğer çocuğunuzun hayatındaki her zorluktan sorumlu tutulduysanız veya etiketlendiyseniz, yalnız değilsiniz. Aileler karmaşıktır. “Ruh sağlığı, bir günah keçisinden daha fazlasını gerektirir.”
Bu ifadelerde ortaya konan yaklaşım ve saptamalar, her ne kadar anne-çocuk ilişkisinin insanın ruhsal gelişimindeki belirleyici rolünü tamamen ihmal eden bakış açısıyla bazı eksiklikleri olsa da, psikolojide “anneliğe” yaklaşımda ezber bozan tespitleri ile de dikkat değer.
Çünkü bir çok psikoloji kuramında, çocuğun ruhsal gelişiminde annenin ve anne tutumlarının oynadığı rol, cinsiyet ayrımcılığının az ya da çok belirleyici olduğu karmaşık aile yapıları ve toplumsal sistemler içinde var olmaya ve “annelik etmeye” çalışan kadının insani deneyimini tamamen göz ardı ederek oluşturulmuş.
Kadının annelik ederken, kendi ruhsal bütünlüğünü koruma ve kendini gerçekleştirme gibi temel insani ihtiyaçları açısından ne durumda olduğu dikkate alınmıyor. İçinde olduğu aile sistemi ve toplum yapılarından nasıl etkilendiği neredeyse hiç hesaba katılmıyor bu kuramlarda. Haack bu durumu; “ Karmaşık aile sistemlerini tek bir “kötü karaktere” indirger ve ruh sağlığını şekillendiren genetik, çevre, ilişkiler ve yaşam olayları gibi güçlü bir karışımı göz ardı eder.” ve “Aileler karmaşıktır. Ruh sağlığı, bir günah keçisinden daha fazlasını gerektirir.” tespitleri ile özetliyor.
Dahası bir çok psikoloji kuramının anneliğe yaklaşımında, annelik sadece çocuğun psikolojisine etkisi üzerinden “çocuğu temel alarak” değerlendiriliyor. Oysa annelik eden kadının hem cinsiyet eşitsizliği, hem de cinsiyetten bağımsız insani deneyim açısından annelikte ne yaşadığı, ruhsal olarak ne deneyimlediği, bu yaşantı ve deneyimlerin anneliğini nasıl etkilediği tamamen ya da büyük ölçüde umursanmıyor çoğu kuramda. Sanki annelik ve kadının ruhsal durumunu etkileyen unsurlar tamamen birbirlerinden bağımsız, ilgisizmiş gibi ele alınıyor.
Kadının, anne olunca çocuğun ideal ruhsal gelişimi için tam donanımlı, ne gerekiyorsa kendisinde doğal olarak hazır, dış etkenlerden de bütünüyle azade olağanüstü bir varlığa dönüştüğü kabul ediliyor olmalı ki, bu donanımlı ve olağanüstü varlığın güçlerine rağmen annelik edemeyen kadınlar, çocuğu olumsuz etkileyen bir çeşit “eksik/kusurlu” diye kabul edilmiş oluyor.
Oysa üretken bir birey olma beklentisinin çok yüksek olduğu, toplumsal cinsiyet rolleri açısından kadın ve erkek arasındaki uçurumun giderek kapandığı, dijital bir çağın başladığı ve her alanda kartların yeniden karıldığı günümüz dünyasında, bugüne kadarki psikoloji kuramlarının anneliğe yaklaşımının ne kadar gerçekçi ve adil olduğu da tartışılır hale gelmeli. Bu kuramlar, tarihsel olarak insan ruhunun anlaşılmasına çok değerli katkılar sunmuş olmakla beraber, kadının annelik deneyimini tamamen yok sayan, çoğu zaman ataerkil zihin kalıplarıyla ortaya koydukları annelik yaklaşımlarıyla yetersiz ve köhne kalmıyorlar mı artık.
Bu durumda, psikoloji kuramlarının anne çocuk ilişkisini, annenin çocuğun ruhsal gelişimindeki rolünü, kadının annelik deneyimini nasıl ve ne şartlarda yaşadığını hesaba katarak değerlendiren, daha gerçekçi, adil ve geniş bir açıdan bakan bir güncellenmeye ihtiyaç var demektir.
Her ne kadar üçüncü dalga feminizm olarak nitelenen, Andrea O’Reilly tarafından “matrisentrik feminizm” gibi yaklaşımlar bu ihtiyaca katkıda bulunsa, Freud’un bol testosteronlu psikanalizini, kadın/anne perspektifine yerleştiren Nancy Chodorow gibi değerli ruh sağlığı kuramcıları olsa da yeterli değil gibi görünüyor.
Bu güncelleme, anne-çocuk ilişkisindeki etkileşimi; anneden çocuğa tek yönlü bir şekilde değil; bir bütün ortamın içinde çok bileşenli bir etkileşim olarak yeniden tanımlamalı.
Kim bilir belki de, bu ihtiyacı karşılayacak olan annelik meselesinde ataerkil bakış açısıyla inşa edilmiş mevcut kuram ve kuramcıları izleyen ve argümanlarını bu temelde geliştiren değil, anneliği tümüyle otantik kadın deneyimini temel alarak birinci elden anlamaya, anlatmaya, bilimsel olarak incelemeye odaklanan kuramlar olacaktır.
Belki de bu kuramları geliştirenler kadınlar olacaktır.