Arayış, Emin Alper imzası, seçkin oyuncu kadrosu ve görsel dili ile, görsel bir şovda teknik özellikler açısından beklenti düzeyi ortalama olan bir izleyici olarak bana gayet tatminkar geldi. Zaten bu yazı, asıl olarak bir dizi eleştirisi yapmayı amaçlamıyor. Bunun yerine, dizi aracılığıyla senaryonun işlediği konu olan, günümüz toplumunda ruhsallık arayışları ve daha önemlisi “sunuşlarına” dair, psikiyatrist- psikoterapist perspektifinden bir değerlendirme yapmayı amaçlıyor. Çünkü günümüz insanının ruhsal arayışları ve onlara ruhsal gelişme/iyileşme vaad eden her türden “sunuşlar”, biz ruh sağlığı profesyonellerinin çalışma alanıyla doğrudan ve çoğu zaman kafadan çakışıyor. Bunun sonucunda, başta bedensel ve ruhsal sorunlarına şifa aramak olmak üzere, çeşitli nedenlerle arayışta olan insanların ruhsal taleplerini/ihtiyaçlarını karşılamaya talip olarak; “…….. koçu”, “…. eşlikçisi”, “…….terapisti”, “……… akademisi” ve diğer sayması mümkünsüz sayıdaki türlü çeşit adlar altında yapılan uygulamalar, ruh sağlığı alanına da taşan büyük bir karmaşa oluşturuyor. Dahası ve en önemlisi, modern tıbba alternatif yaklaşımların ruhsallıkla harmanlandığı “şifalanma” hallerini, kanser gibi ciddi bir hastalık üzerinden, Zeytin Ağacı dizisinde de olduğu gibi pervasızca ele alan senaryonun izleyicilere verdiği mesajlar fena. Bu durum “ruhsal bir deneyim olarak hastalık” perspektifinin doğrusunu, akılcı ve bilimsel bir gözle, tıbbi cepheden anlatmayı elzem kılıyor. Bir çeşit söz hakkı doğuruyor bizlere…
“Betona gömülmüş mutsuz yığınlar”ın içinde, tüketim toplumunun semirttiği, teşhirciliği ve samimiyetsizliği normalleştirmiş ve ekmek kapısı yapmış sosyal medya aracılı yeni nesil tüketim sektörlerinden biriyle iştigal etmektedir başkarakterimiz genç kadın. Emek vererek üretmenin sağladığı “ruhsal şifa” dan mahrumdur. Hayal kırıklığıyla sonuçlanan romantik ilişkiler ve evlilik; kontrolcü ve müdahaleci, aşırı koruyucu olmak dışında duygusal bağ kuramayan bir abla; plaza ortamının arka kollama gerektiren, rekabetçi ve güç odaklı ortamının şekillendirdiği tekinsiz arkadaşlıklarla, duygusal destek kaynakları, kupkurudur. Tek gerçek dostunu izleyince de zaten kendini şifa adasında bulmuştur. Yaşam ortamı; Akbelen’ler, Akkuyu’lar, kuzey ormanları, İkizdere’ler, tarım ve hayvancılıkla ilgili türlü çeşit resmi karar ve mevzuat değişikliği ve daha saymakla bitmez doğal kaynak katliamı politikalarının sorumlusu, vahşi ve açgözlü zihniyetler tarafından şekilllendirilmiş şehirdir. Ağacın, parkın, yeşil alanın, ülkenin ekonomik gelişmesine engel çapulculuk olarak, fiilen de zihnen de mahkum edildiği bu şehir, haliyle doğadan kopuk, nereye baksan bina ve inşaatla burun buruna geldiğin, “can” lara uzak, betona yakın soğuk ve ruhsuz bir mekana dönüşerek betona gömmüştür şifa kaynaklarını.
Nisan’ın ruhu, çepeçevre sarılıdır bu tekinsiz, acımasız, sevgisiz ve yapay habitatla. İşte bu “modern zamanlarda şehir hayatı” hallerinin, ruhunu, bunun sonucunda da bedenini örselediği ve hasta ettiği (iddiaya göre) genç bir kadının “şifalanma” arayışını izliyoruz bu hikayede. Hastalık dramatik ve gizemli doğasıyla tabi ki kanser!
Zeytin Ağacı dizisinde meme kanseri seçilmişti. Arayış da bir başka kadın kanserini, rahim kanserini seçiyor. Mesela bir erkeğin başına gelen prostat veya bağırsak kanseri konu olmuyor bu şifacılık hikâyelerine ne hikmetse. Fiziksel sağlığı bozup ciddi bir hastalığa yol açan duygusal örselenme temasının kadın ruhu ve bedeni üzerinden iştahla işlenmesi, popülarite beklentisi olan görsel medya şovları için iyi malzeme oluyor, kabul de, “ruhu örselenen, bedeni hastalanan kırılgan genç kadın”ın iyileşme serüveni, “şifa için gel abinin kıllı kollarına” diye devam edince, bu çiğ cinsiyetçilik fena göze batıyor. Çelişki bundan ibaret de değil. Dizide erkek egemen cinsiyetçiliğin, bu kavanoz dipli dünyanın insan ruhunu hasta eden ana meselelerinden biri olduğu çeşitli klişelerle vurgulanmaya çalışılıyor. Vefasız kocanın ihaneti, metalaşmış duygusal ve bedensel ilişkilerin açtığı duygusal yaralar gibi anılar üzerinden, kahramanımız Nisan’ı hasta eden sevgisizlik kaynakları arasında ataerkilliğin ve cinsiyetçiliğin olduğuna değiniliyor. Yüzüne kezzap atılan kadının maruz kaldığı şiddet, hamile bırakıp çöpe atan cinsel suistimalcilik gibi göndermeler, modern zamanlarda erkek şiddetinin ruhu ve bedeni hasta eden önemli nedenlerden olduğunu savlıyor. Şifacı/ imam/ hatip Tufan ‘ın vaazlarında; “ Yanlışın kendisi erkekler, bu dünyanın sorunu erkekler” diye ortaya fırlattığı afaki tespitle “sevgisizlikle hasta eden” dünyanın erkek egemen olduğu iddiası tastamam oluyor. Gel gör ki, dizinin iki başkahramanı kadın arasında kadın kadının kurdudur bir ilişki var ve saç saça baş başa aşk rekabeti yaşıyorlar. Örselenmiş kadın kendi içsel gücüyle değil de, karizmatik ve yakışıklı alfa/ lider /erkek şeyhin kollarında şifa buluyor. Hikâyenin ana dayanakları olan bu kurgu, çelişkiyi kazık gibi çakıyor senaryoya. Ben de diyorum ki; anladık, bu bir şov, aşk, rekabet, cinsellik filan olmadan olmuyor ama yaşadığımız erkek egemen cinsiyetçi dünyada, kadının modern yaşamın içinde öğütülen cinsiyet temelli içsel kaynakları ve bunun kadına maliyeti gibi hassas bir konuda laf ederken “biraz ciddiyet ve özen lütfen” …
Tufan’ın, politik ve toplumsal hiç bir paradigmaya değinmeden ve dayanmadan, megalomani ile nefret karışımı bir edayla verdiği altı boş bir durum tespiti olarak modern toplum eleştirimsi monolog vaazlarında, şifa adasının kuruluş felsefesi ve amacını duyuyoruz. Totaliter lider Tufan’ın, Adnan Hoca misali insan ötesi bir varlığın özgüveniyle, iki gözün arasından geçen ve doğrudan epifiz hizasından bir kesit alarak karşıya diktiği delici bakışlarıyla verdiği uzun vaazlarla “eğitiliyor” ve “şifalanıyor” insanlar.
Şifacımız, mekânın sahibi zirzop zengin çocuğunun “Tufan Eyüp’ten çıkmış da, Eyüp Tufan ‘dan çıkamamış” saptamasıyla ispitlemesinden; şeyhin kızı ile aşna fişne sayesinde tarikattan mürit transferi yöntemiyle gerçekleştirdiği takipçi oluşturma hikâyesini bildiren geri dönüş fragmanlarından anladığımız kadarıyla şeyhin gözdesi parlak bir tarikat müridi olarak çıkmış yola. Ülkemiz siyasetinin “en sevdiği” olan, yakın olduğu tarikatı ve tarikatçıyı adalet ve liyakat pahasına semirterek ve kollayarak toplumsal dokuyu çürütme düzeneklerinden madden ve manen faydalanarak büyümüş, serpilmiş, korunup kollanarak yerli yerine yerleşmiş. Ve fakat “emek ve sabırla” izbelikten dönüştürüldüğü iddia edilen, ama ruhani olmaktan çok sosyetik bir tatil mekânı havası olan bu tesiste, kendini ve müritlerini, o pis- kötü -kaka modern dünyadan izole edince, kendisinin ve kurduğu yaşam ortamının dönüştüğü şeyin tam olarak ne olduğunu anlamak olanaksız. Arayışın sonunda geldiğimiz ortam, adada inziva halinde yaşanan, cinsel yönelim, etnik kimlik, suçlu, hayırsız anne vb. toplumsal damgaların “sevgi ve kabul “ potasında eritildiği, geçmiş yaşam öyküsünün isim dahil yok sayılıp üzerine format atılarak, insanların iradeleriyle seçtikleri yeni yaşamlarında yargılanmadan, olduğu gibi kabul gördüğü (modern dünyanın tersine), cinselliğin, dostluğun, aşkın, her türlü insani deneyimin sınırsızca yaşandığı ütopik bir cennet. Tufan desen, eliyle yaptığı ve milletin randevu için birbirini ezdiği her derde deva şifa seansları “reikici ” havasında gibi sanki. Vaazları spiritualist, antikapitalist, modern toplum eleştirmeni, mutassavıf, …..… ve daha bir çok politik- felsefi- dini yaklaşımı çağrıştırsa da, neticede sentezci bir bütünlükte anlam kazanamıyor, bir şeye benzemiyor. Şifacımız da iddiacılığı, tafrası ve çokbilmişliğiyle bir bilgeye hiç benzemiyor. Dini bir tarikatın, yetenekli ve cingöz müridiyken, türlü çeşit kadim sembollerden oluşan süsü püsüyle olsun, manası anlaşılmaz ve sorgulanamaz “soyun”, “kendini teslim et” vb. ifadeleriyle insanlar üzerinde kurduğu zihinsel kontrol etkisiyle olsun, artistliğiyle olsun, ful-aksesuar bir “new- age şifacı” olmuş bizim yerli ve milli Eyüp’lü Tufan. Günümüzde modern dünyanın her yerinde pek moda olan, çeşitli din, felsefi akım ve kadim öğretilerden kaynak alan, inanç temelli arayışların rehberi olmaya soyunmuş algı maniplasyoncularını, onların zihin dünyasını ve yaşam anlayışlarını iyi temsil ettiği söylenebilir bu haliyle. Aslında bu kötü örnekleri iyi teşhir ettiği konusunda hakkını vermek lazım duruma ters açı bakarsak. Ne yazık ki bu şifacılar ve ait oldukları yapılanmalar, çeşitli nedenlerle ruhsal arayışta olan insanların paralarını, ruhsal ve bedensel sağlık ve iyiliklerini, umutlarını, kimi bilerek kimi bilmeyerek acımasızca öğüten rantçı bir sektör günümüzde. Aman dikkat.
Senaryonun en kritik konusu, kanıta dayalı tıp alanına yönelik saldırgan tutum. “Modern tıbbi yaklaşımlar için kullanılan “ “Bir anda vücudunda bir hastalık belirir. Modern hastanelerde sana testler yaparlar, seni MR’a sokarlar. Sonra da teşhis diye zihnine bir yafta yapıştırırlar. Tedavi diye seni keserler, parçalarlar, zehirlerler. Sen ölünce de raporuna, kanser, kalp yazarlar. Hiçbir otopsi raporu gerçeği yazmaz. İnsan sevgisizlikten ölür” ifadesi akıl ve insaf sınırlarını kabul edilemez şeklide aşıyor. Modern tıbbın teşhis ve tedavi yöntemlerinin yetersiz kaldığı durumlar, tüketim endüstrisinin tıp alanındaki müdahalesinin tıbbi uygulamalar üzerinde yarattığı olumsuz etkiler, “hasta rolü” ve “ bedensel hastalık deneyiminin psikolojik ve psikiyatrik boyutlarının yeterince önemsenmemesi” gibi akılcı ve yapıcı eleştiriler başımız gözümüz üzerine de, bu söylenenler konuşulabilir bir zemin sunmayan bambaşka bir kafayı ifade ediyor. Modern tıpla iyileşen, sağlığına kavuşan, bedensel ve ruhsal hastalıkları ve onların yarattığı ızdırabı “zehirleme, kesme, parçalama” diye tanımlanan ilaç ve cerrahi tedavilerle şifa bulan sayısız insanı ne yapacağız? Hekimlik, dünyadaki en kadim meslek ve kaynağı insan sevgisi, onu ne yapacağız? Klinik ve araştırma yönleriyle tıbbın ve bilimin varoluş amacı insanın hastalıklardan kaynaklanan acısını gidermek, insanı sağlıklı yapmak, iyi yapmak, bundan ala sevgi mi olur? Bu sorular uzar gider. Fakat ne yazık ki modern tıbba yönelik bu batıl ve küstah saldırganlığın yaygınlaştığını, ülkemizde ve dünyada geniş kitlelerce kabul gördüğünü üzülerek izliyoruz. Ülkemizde yalnız anlayış düzeyinde de kalmayıp, ceza sisteminin çarpık yönleri ve popülist politikalarla birleşince fiziksel saldırı boyutuna kadar ulaştığını acı deneyimlerle giderek daha çok yaşıyoruz. Bu dizi senaryosu vesilesiyle, kanıta dayalı tıbba saldıran şifacı iddialara sesleniyorum: İnsaf, akıl ve izan lütfen…
Tıp ve tıbbi uygulamalar eleştirilemez değildir elbette. Modern tıpta gerek paradigmalar açısından teorik düzeyde, gerek uygulamalar açısından pratik düzeyde, yapıcı eleştirilerle iyileşmeye ve gelişmeye ihtiyaç duyan birçok olumsuzluk ve aksaklık var. Kâra dayalı sağlık politikalarının, endüstriyel manipülasyonların ve diğer başka etkenlerin yarattığı olumsuzlukları dile getiren yol gösterici ve akılcı eleştiriler kuşkusuz çok değerli katkılar sağlıyor ve gereklidir. Bu eleştiriler ve özeleştiriler, tıbbın içinden ve dışından yapılıyor. Ama dayanaksız ve akılcı olmayan bir yaklaşımla, hastalık nedenleri ve tedavileri hakkında hastaların kafasını karıştıracak ve zarar görmelerine yol açabilecek iddialarda bulunmak, kabul edilir değil.
Ayrıca tıp, ruhsallığın bedensel hastalığa etkisine bütünüyle sırtını dönmüş filan da değil. Fiziksel hastalıkları, beden-zihin bütünlüğü içinde ele alan yaklaşımlar bilimsel çalışmalarla ve tıp teknolojisindeki gelişmelerle her geçen gün daha da ilerliyor. Bedensel hastalıkların ruhsal boyutları, “hasta rolü”, “hastalık psikolojisi” gibi kavramlar başta olmak üzere, özellikle konsültasyon-liyezon psikiyatrisi adlı bu konuya özgü bir yan dalın inceleme alanında yer alıyor. Dahası psikonöroimmunoloji, psikoendokrinoloji, hatta yakın bir zamanda dile gelmeye başlayan psikokardiyoloji gibi, mevcut tıp branşlarının önüne gelen “psiko” ekleriyle oluşmakta olan yeni yan dallar tıpta belki de makas değiştirecek yeni değişim ve paradigmaların habercileri. Bedensel hastalıkların ruhsal nedenlerinin ve tedavilerinde ruhsal müdahalelerin etkisinin anlaşılmasını sağlayacak olan işte bu bilimsel ve kuramsal gelişme ve değişimlerdir, işkembe-i kübradan ortaya atılan şifacılık iddiaları değil.
Tıp mensubu olarak, içeriden bir özeleştiriyi de gerekli görüyorum. Günümüzde tıp alanında ruhsal faktörler, bedensel hastalıkların tetkik ve tedavisi sürecinde çok gerekirse dikkate alınacak bir “elzem olmayan” muamelesi görüyor. Hatta bazen, bedensel hastalıklara ruhsal yaklaşım psikiyatrinin gereksiz bir fantezisi gibi değerlendirilebiliyor. Tıbbi tedavi ve teşhis süreçlerinde insanlar, ruhsal boyutun ihmal edildiği, bazen de yok sayıldığı bu yaklaşım tarzı nedeniyle kendilerini mekanik bir şekilde, adeta bir makine gibi tamirde hissedebiliyorlar. Bu yaklaşım, hastalıklara bilim ve akıl dışı yöntemlerle açıklamalar ve tedavi önerileri getiren “şifacılık” iddiasındaki kişi ve gruplara bir çeşit koz veriyor denebilir. Çünkü insanlar, özellikle de hastalık yaşantısı gibi ruhsal olarak çok kırılgan oldukları bir dönemde mekanik bir tıbbi yaklaşıma maruz kaldıklarında, yaşadıkları endişe, hayal kırıklığı, öfke gibi olumsuz duygularını, genelleştirerek kanıta dayalı tıbbın tümüne yansıtabiliyorlar. Bu ruh haliyle, akılcı olmayan alternatif şifacı yaklaşım ve açıklamalar, hastaya kendini anlaşılmış ve insanca sarıp sarmalanmış hissettiren bir yanılsama yaratabiliyor. Bu tespit, dahili ve cerrahi bütün tıbbi uygulamalarda psikoloji, psikiyatri ve psikoterapiyi, tıbbi süreçlerin gerekirse başvurulacak bir yan unsuru değil, vazgeçilmez asli ve temel bileşenlerinden biri olarak gören bir paradigma değişikliğine ihtiyaç olduğunu gösterir. Psikiyatri, psikoloji ve psikoterapiyi, tıbbi uygulamalarda hak ettikleri yere yerleştirmenin, suistimalci şifacılarla mücadelede önemli bir kazanım sağlayacağını düşünüyorum.
İnsan ruhunun en değerli kaynaklarından biri “arayış” ve arayış ihtiyacı. “Kendini” arayış, “yaşamın anlamını” arayış, “ruhsal ve fiziksel iyiliği /tamlığı” arayış ve daha insani deneyimin sayısız yönlerini içeren nice arayış ve bu arayışın kaynaklandığı merak, insan varlığı olarak sahip olduğumuz en değerli kaynaklardan biri. Ama bu kaynak/hazine, iyi veya kötü niyetlisiyle, ne yaptığının farkında olanı/olmayanıyla Tufan karakteri gibi maniplatörlerin eline düştüğünde, kargadan bir kılavuz gibi tıkıyor insanın arayış yolculuğun önünü.
Oysa arayışın kılavuzu zaten bizde. Zihnimizde, iç dünyamızda, geçmişte ve bugünde düşünce-duygu-davranışlarımızla kendimizle ve dünyayla ilgili kurduğumuz hikâyede. Bu kılavuzu kullanmamızı sağlayacak yöntemleri öğreten, bu rehberi kullanmaya engel olan ruhsal yükleri gideren, yalın, deneysel olarak tekrarlanabilir, kanıta dayalı ve bilimsel yöntemler var. Bu kılavuzun günümüz dünyasında adresi belli: Kanıta dayalı psikoterapiler. Psikoterapi çalışmasında, değerli varlığımızın bir özne olarak merkezde yer aldığı bir arayış, kendi hikâyemizdeki bize ait biricik pusulamızı bulmamızı sağlar. Sonrası zaten elimizde pusulamız, yaşam olayları, insan ilişkileri ve kendimizle bizim aramızda geçen, seçimlerimizle ve değişimle şekillenen biricik bir serüven. Başka bir kılavuza, şifacıya filan ihtiyaç yok.
Ruhumuzu hipnotik bir etki altına alan, bilgi dikte eden, şifa vaad eden, zihnimizde iktidar kuran, gizemden beslenen, nesneleştiren, kerameti kendinden menkul yöntemlere ve rehberlerlik vaadlerine ihtiyaç yok.
Yeter ki, değişime cesaret edelim ve kendi hikâyemizin sorumluluğunu almaya niyet edelim. Arayış pusulasını ve yolunu bulur.